Son derece tatsız bir ocak ayında mektup yazmak hiç içimden gelmediği için ufak bir rötarla merhaba.
Kendimi meşgul edip kafayı olabildiğince sağlam tutmak için yeni bir roman yazmaya başladım. Siz sormadan söyleyeyim: Hayır, Harika'nın veya Ezgi Sezgin’in ikinci bölümü değil. Onları da yazacağım ama henüz sırası gelmedi. Bu sürpriz.
Epeydir yeni bir şey yazmaya başlayayım diye kaşınıyordum, hatta kurgusunu tamamladım sayılır ama bu hikayeyi anlatacak doğru sesi bulabilecek miyim ondan emin değilim. Bulamazsam pek bir anlamı kalmayacak. Bakalım ne olacak...
Dost tavsiyesi: Mürekkebi biten bir dolma kalemi birkaç hafta kullanmayacaksanız sakın temizlemeden kaldırmayın. Birikmesin. Sonra hepsini birden yıkamak yarım gün sürüyor.
Bu arada yıllardır severek kullandığım defter markası Leuchtrum1917 sonunda evrene gönderdiğim mesajları duymuş ve daha kalın bir model çıkarmış. Müstakbel editörlerime şimdiden geçmiş olsun dileklerimi gönderiyorum.
Armağan Çağlayan'la yaptığımız söyleşi yayınlandı.
Geçen mektupta başladığımı söylemiştim, uzun sürdü ama Ian McEwan'ın Dersler isimli romanını bitirdim. McEwan çok seviyorum ancak bence bu bence en iyi romanlarından biri değil. Kesinlikle kötü de değil. Ama ortalarına doğru ilgim azaldı ve bittikten sonra aklımda pek bir şey kalmadı. Yazar olmayı sevimsiz bir karakter üzerinden ve ilginç bir açıdan sorguladığı için okuduğuma memnunum. Eskiden okuduğum ve çoktan unuttuğum Mc Ewan romanlarını yeniden okuma isteğim kabardı.
O biter bitmez @sarapci beyle eşzamanlı bir şekilde Cormac McCarthy'nin meşhur eseri Blood Meridian'ı okumaya başladık. Şimdi baktım da sanırım Türkçeye çevrilmemiş. Yazarın ("adamın" yazacaktım ama bazı hassas ruhlar, çok değerli buldukları insanlardan adam/kadın diye söz edilmesini kaba buluyor, bana hiç kaba gelmiyor ama mesajlar yağmasın diye otosansür) özel hayatının "rahatsız edici" yönlerinin daha yeni ortaya saçılması açısından zamanlamamız biraz ilginç oldu. McCarthy gerçekten müthiş bir yazar —en iyilerden biri— ama ne yalan söyleyeyim, daha ilk on sayfada kafa derisine doyduk. Henüz ortasındayız, korkarım daha korkunç şeyler bizi bekliyor. Vahşet kaldıramayacaksanız uzak durun.
Bu ay epeyce film izledim ama gündemdeki üç tanesinden söz edeyim.
Emilia Perez: Genel kanının aksine etkileyici hiçbir şey bulamadım. Müzikal olmasını itici buldum. En fenası, söylemek istediği şeyle anlattığı hikâyenin birbirine tamamen ters düştüğüne inanıyorum. Yönetmen bizi trollemiş olabilir mi?
A Real Pain: İzlediğim için hiç pişman olmadığım ama biter bitmez aklımdan silinen bir filmdi. Söyleyebileceğim tek şey, oyuncu seçimi açısından on üzerinden on puanı hak ediyor. Ancak umarım Succession dizisinden canımız ciğerimiz Kieran Culkin tüm kariyeri boyunca aynı karakteri canlandırmak zorunda kalmaz.
Nosferatu: Çok güzel görüntüler var. Söyleyeceklerim bu kadar.
Dizi kıtlığı var. Bir sezon geriden Severance izlemeye başladım. Nedense geçen yıl birinci bölümü bitirip devamını getirememiştim ama sezon o kadar övüldü ki bir kere daha denemem gerektiğini düşündüm. Henüz üçüncü bölümdeyim.
Bu kurak ortamda Severance da beni kesmeyecek diye eskilere döndüm ve gelmiş geçmiş ilk üç dizimden biri olan The Leftovers'ı ikinci kez izlemeye başladım.
Korkarak başladım çünkü malum, eskiden bayıldığınız ve pamuklara sarıp sakladığınız bir şeye geri döndüğünüzde "Yahu ben bunun nesini sevmişim?” deme, en azından çok eskimiş bulma olasılığı var. Gereksiz bir hayal kırıklığı.
Ama işte insan bazen kendini tutamıyor.
Size daha önce The Leftovers'dan bahsetmiş miydim? Bir dizinin konusunu sevimsiz bulup geri kalan her şeyine, en başta senaryosuna, hikayelerine, oyuncularına ve tabii müziğine aşık olabilir misiniz? Ben olmuştum. Sonunda ne anlattığını çözdüğümde (çözdüğüme inandığımda diyelim) konusuna da aşık olmuştum. Hem de herkes gibi beni de dev bir hayal kırıklığına uğratan Damon Lindelof (Lost bey) imzalı olmasına rağmen.
İkinci tur izlenimlerim: İlk bir-iki bölüm yine sevimsiz ve yorucu geldi, birinci sezonun ortalarına doğru yine kendimi kaptırdım, sonunda yine mideme yumruk yedim. İkinci sezona geçtiğimde eski aşkımdan hiçbir şey eksilmediğini fark ettim. Ve sonunu bildiğimden bu defa her şey kafamda daha güzel yerli yerine oturuyor. Bitmesin diye yavaş yavaş izliyorum. Hâlâ bugüne kadar yazılmış en iyi dizi senaryosu olduğuna inanıyorum —ki rakipleri Mad Men, The Sopranos ve Six Feet Under gibi çok ağır toplar.
Eski mektuplardan birinde Temu'dan fosforlu kalemler, post-it'ler, tel zımbalar vs. sipariş ettiğimi ve çok eğlendiğimi anlatmıştım değil mi? Algoritma bir şekilde farkına varmış ve Instagram'da önüme şu tarz Temu reklamları düşmeye başladı. Ben bunu hak etmedim diyemiyorum. Ettim çünkü.
Önümüzdeki ay görüşmek üzere, hepinize sevgiler ve selamlar.
Hikmet Bey,
Her ay sizden aldığımız mektuplar sayesinde günlük koşuşturmacalara güzel bir mola veriyoruz, var olun. Güzel kalemler, şahane defterler ve sonu gelmez gümrük vergileri sayesinde de yüzümüze kocaman bir gülümseme oturuyor. Film, kitap ve müzik tavsiyelerinizi de muhakkak bir kenara yazıyoruz. Açıkça söylemesem olmaz, bir de edebiyat dünyasından tadına doyum olmayan fiskosları (müstakbel editör?) merakla bekliyoruz.
Yeni başladığınız romanda umarım dilediğiniz havayı yakalarsınız, bize de zevkle okumak düşer. Yahya Kemal'in dileğine sizin adınıza da amin diyelim o vakit: "Yârab, bana bir ses yaratan kudreti ver"
En sevdiğiniz Ian McEwan kitabını çok merak ettim.
Mektuplarınızı ben de çok seviyorum, eskileri tekrar okuyor ve yenisini bekliyorum.